11 Ocak 2016 Pazartesi

Mektuplar en çok ölülere gönderilir.. ve ulaşınca ölürler.

Seni düşünebilecek kadar unuttum.  Düz bir çizgi halinde ki gülüşün, orta parmağınla gözlüğünü itişin, memnun olmadığındaki göz devirişin, güzel bulduğunda gözünü üzerime dikişin, avuç içini yere doğru eğişin, ilanı aşk edişin, Göksu yollarında elimi tutuşun.. devam etmeyeyim..  Bütün bunları hatırlayabilecek kadar unuttum.

Açıldı hafızamın kapıları. Dağılmıyorum özleyince seni. Dağılmıyorum kapıların ardından hücum  eden anılar zihnimi istila ettiğinde. Filli bileziği takacak kadar unuttum seni. Hatta gövdesi olmayan şu düşünen tahta adam hediyeni görünür bir yere bile koydum. Üst gövdesi delik o tahta adam.. Anımsadın mı bilmiyorum? Çatı katından çıkarıp verdiğin o tahta adam.. Tam kalp kısmı eksik.. Yoksa onu bende kasıtlı mı bıraktın ? Göğsü boş, her yeri sert ve kupkuru  bir tahtadan.. Elimi boşluğunun içine soktum. Ne yapsan dokunamıyorsun tahta adama. Ne uzatsan içinden geçip dışına çıkıyor, ulaşamıyorsun adama.. Önünde duruyor, kavuşamıyorsun adama. Kalbine uzanıyorsun, bulamıyorsun. Sesini bir türlü duyuramıyorsun adama. Yumuşatamıyorsun.


Neyse, tam çiçekli elbisemi makaslayacaktım ki kendimi durdurdum. 30 yaşımın “sen hediyesi” bildin mi ? Sağ olsun 30 yaşım.. Küfredeceğim de sağ olsun diyorum..  30 yaşımın sen hediyesinden gelen çiçekli elbise.. 30 yaşımda öleceğim derdim hep. Ne kadar da ayıp etmişim, haksızlık etmişim 30 yaşıma deyip mahçup olmuştum sonra. Bak bahtım döndü, gönlümde çiçekler açtı elbisemle birlikte, 30 yaşım  utandırdı beni, heyt be..  diyerek giydiğim o çiçekli elbiseye yüklenmiş şapşal anlamlara kıkırdayacak kadar unuttum.

Sonra resimlerimizi açtım.. Kovaladığın köpeği özlemişim.. resimlerde beslediğin ördekler aç.. Topladığın böğürtlenlerden yiyorum ama zehirleniyorum..  Sonra resimlerdeki mezarlık pozlarımıza bakıyorum. Sahi neden ölülerle resimler çektirmişiz ? Mezarların önemi büyükmüş bizde. Mesela bir gece yatıp uzandığın mezarı düşünüp ağlıyorum, ne kadar acı çekmişsindir diye..  Sonra kendi uzandığım mezara bakıyorum.. Ne kadar acı çekmişim diye.. İlk öpüştüğümüz mezarlığı anımsadım. Rahatsız ettiğimiz ölüleri bir de.  Ondan oldu bu lanetli son. O ölüler bırakmadı peşimizi. Ve ben o ölülere imrenecek kadar unuttum seni.

8 haziranda o mezarlığı ziyaret edeceğim.  Özür borcumuz var, ayıp ettik. Tek tek ölülere öpücükler vereceğim. Belki canları istedi, belki yaşamları boyunca dudakları bir kez olsun öyle gülümsemedi. Ölü adama yapılır mıydı bu ? Bu kadar güzel nefes alınır mıydı ölülerin yanında?  Tek tek iade edeceğim onlara imrenişlerini. “Ben de öldüm, hakkınızı helal edin” diyeceğim. Aralarında yatacağım sözüm olsun. Gönül alacağım. Senin yerine de uzanacağım. Senin yerine de uzanıyorum uzun zamandır. Senin yerine de uzandım. Hatırladın mı? Ben de bir gece ötelere doğru uzandım. Gittim, geri geldim. Sen, cenazemi ziyarete gelmedin. Mezarlığımdan geçerken öpüştün sevgilinle. Huyun mudur bu senin ?

Karanlık mağaralar, harabe yerler, kaybolmuş antik kentler.. Dolaşmıyorum, bıraktım.  Şifreyi çözdüm. - Karanlık- harebe-kaybolmuş- Yoksa, sen benimle buralarda kasıtlı mı dolaştın? Dağ, bayır dolaşıyor musun gerçekten hala?  El ele, öpüşe öpüşe dolaşıyor musun? Kaleden ok atılan köşelere sokuluyor musun ? Kurtarıyor musun terliği aşağı düşmüş yeşil elbiseli prensesleri ? Mitolojik tanrılarla aran düzeldi galiba..  Allah aşkına öyle ise konuş onlarla. Yukarıdan bakıp dalga geçiyorlar  benimle. Ve harabe yerleri seviyorsan hala. Gel içimde dolaş biraz da. Çünkü karanlık-harabe-kaybolmuş buralar.

Hergün mutlaka trafikte kara arabalara çarpıyor gözüm. -Adı karaduldu değil mi ? Korkuyorum bakmaya içlerine. Plakalarına bakıp rahatlıyorum, oh sen değilsin diye.  Karadulu araştırdım da geç oldu biraz galiba. Çiftleştikten sonra öldürüyorlarmış eşlerini.  Mesaj mı vermek istemiştin bana ?  Sildin mi karadulun içindeki  lekelerimi -anladın sen onu- Sildin mi içindeki lekelerimi? Öldürmeden, unutamıyorsun değil mi ?

Ömer Seyfettin’i okurken anımsadım sonra seni. “Kol kesildi diyet ödendi” diyen bir kölenin hikayesi..  Son sözlerin öyleydi; “Kol kesildi, diyet ödendi”. Azad olunuyor mu sahiden böyle? Bir de buradaki kol ben oluyordum galiba değil mi?  Kesilen ben oluyordum, diyeti ödeyen sen.. Diyelim ki diyetini ödedin..  E peki şimdi kolun diyetini nasıl ödeyeceksin? Yoksa öbür koluna mı yelteneceksin? Dikkat! Böyle böyle organsız kalacaksın.  Ve "hayalet uzuv sendromu" gibi.. Kolların olmayacak ama ağrısını varmışcasına yaşayacaksın...

Ben bu arada hala mevcut kolumlayım.  Ağrısı arttı. Kangreni bedenime bulaştı. Asıl diyet böyle böyle ödeniyor aslında. Ve fakat kıyamadım da kola. Bir de itiraf edeyim. Bir yanım kangren kolumu seviyor hala.

Kedi aldım, kuş aldım, balık aldım. Senden sonra biraz kalabalıklaştım. Oh be dünya varmış, yalnızlıktan uzaklaştım. Seviyorlar beni. Resmi nikahımız yok. Yine de hatırımı gözetirler, ısırmazlar beni. Onlarda nikah gerekmiyormuş merhamet için.

Tam olarak 12’den isabet!  Domino taşını buldun. O ilk taşı buldun, helal. Bütün hikayeler, cinler, periler, ifritler, iblisler çıktı deliklerinden. Durulmuş, dinmiş bütün denizler.. Hepsi, o son hamlen ile çalan surla kabardı.  Öldü sandığım devler, gitti sandığım cüceler, bitti sandığım yaralar uyandı. Ben şimdi 5 yaşındayım yakarıyorum anneme kapıyı aç diye. 4 yaşındayım yalvarıyorum babama yaklaş diye. Ben şimdi 8 yaşındayım çok yalnızım, 9 yaşındayım karanlıktayım. Ben şimdi 30 yaşımda her yaşımdayım. Her yaşımın yüzü ile konuşuyorum. Spotların altında ve aynadaki çıplak yüzümle. Her yaşımın hüznü ile buluşuyorum.

Senin de çocukların üşüştü biliyorum başına. Yüzlerce çocuğun, farklı zaman dilimlerinden hucum ediyor. Kimi "kendin pişir kendin ye" çiftliğinde aç kalma korkusunda. Kimi, çoraplarını kendi yıkıyor, kimsesi yok. Kimi, aldatılmış hüsranda. Kimi, pis mendilleri kokluyor. Kimi, yüzünün izlerinde boğuluyor. Kimi, babalı bir piç gibi hissediyor-babası olmasa gam yemeyecek. Ve çocuk mezarlığından bir çocuklar sürüsü üzerine hurra ediyor. Vaktim olsa onları besleyecektim. Isıtıp, yedirip, içirip, okşayacaktım. Üzerime salmasaydın çocuklarını kendimi onlara anlatacaktım.

An geliyor ben bölüyorum anı. Geçmişten kopuyor ve geleceğe uzanmıyor. Bu yüzden sonsuzlaşıyor. Bir baloncuk açıyorum. İçine giriyoruz seninle. Mekanı dışlıyorum onun içinde. Sen hala çok iyisin orada. Beni anlarken ki halin gibi. Gülümserken ki gibi..  Göksü’ daki gibi dokunuyorsun bana. Terliğim düşüyor, terliğimi getiriyorsun.. Böğürtlenler topluyorsun, gıdıklıyorsun. Sakız patlatıyoruz, yarışıyoruz, çocuklaşıyoruz. Çamura düşüyorum, pantolonunu veriyorsun. Pencerimin önünde karanlıkta saklanıyorsun. Ormanlar buluyoruz, gizli patiska yollar, çadırlar kuruyoruz orada. Seni çok seviyorum, çok özlüyorum burada.  Çok sarılıyoruz, çok sevişiyoruz, çok gülüşüyoruz.. özürleşiyoruz, affediyoruz, unutuyoruz, dertleşiyoruz orada.. O baloncuk dağılıyor. Dışına çıkıyorum. Gerçeğe dönüyorum.  Sen, zalime ben, mağdura evriliyoruz. Ancak zalimliğinle onarılıyorum. Zalimliğinle daha iyi başa çıkabiliyorum. Kötü olursan, daha kolay unutuyorum. Kötülüğüne dayanabiliyorum. Daha antremanlıyım bu alanda. Kötünün terkedişi, iyinin yok oluşundan daha evla. İyi hallerinle başa çıkamıyorum. İyi halden uzayacak ömrün yoksa.


Hamileyken çirkine, aşıkken de birleşmemiş köprülere bakılmazmış. 3. Köprünün direklerinden oldu hep. Yırttım o saçma resimleri –yırtmadım yırtmadım-  3. Köprünün direkleri kavuşacakmış çünkü yakında. Gidip tamamlanmışına da bakacağım. Garipçe’ de ki o boş kaleye sığınacağım. Ölürsem o deniz kıyısındaki mezarlığa gömüleceğim. Ölmeden önce son bir kez daha sevip bu defa da o mezarlıkta öpüşeceğim. İnat değil mi.

İşte böyle hatırlayabilecek kadar unutmuşum seni. Unuttukça hatırladım, unuttukça cesaret ettim hatırladım seni. Unuttukça hatırladım. Unuttukça. Unuttum. Unuttukça.. Hatırladım.. Hatırladıkça unuttum.. Böyle böyle takıldım perseverasyonlara..

Aşkın optik ayarlarına tam uygun konumda bıraktın kendini. Çözünürlük, maksimum. Görüntü çok net. Biraz yakınlaşsan flulaşır biraz uzaklaşsan kaybolurdun. Nasıl böyle milimetrik ayarladın kendini. Işık tam tepeden vuruyor üzerine. Gölgen bile yok. 

Kimseye anlatmıyorum bunları. Sessizliğimin içine gömdüler beni. Düşman olmamı bekliyorlar sana. Şimdi hala ..… desem deli diyecekler bana. . Patalojik ….  diyecekler bi tarafımın doktorları. Aşk filan da değil bu aşk filan değil. Unuttuğum tüm hikayelerimi yeniden okudurm ve edit etmek istiyorum sadece. O en iri taş yerinden oynadı sayemizde. Hikayelerimi örttüm sanmıştım. Nasırlaşsınlar diye neler yapmıştım. Şimdi hikayelerim canlı bomba gibi elimde.  Kıpırdayamıyorum haliyle.

Senin hikayen ne durumda peki ? Duydum ki konsept değişmiş sende. Masumların yanında olmuşsun, haksızlıkların karşısında - tüm bunları yaparken varsayımın hiçbirisi gibi  olmadığın şeklinde- Dürüst olmuşsun, can yakma pahasına. Merhamet dağıtmışsın, acımasız ola ola. Legal cinayetler, meşru yaralamalar yaratmışsın temizlenmek uğruna.. Kötüden çalıp iyilere vermişsin. Hırsızlık mübah olmuş. Ve hatta sevap.  Ailecek seyrettik. Çok beğendik.  Sen ne ara Robin Hood oldun  anlamadık ama.

Hayat, benimle tematik çalışıyor.  Aynı tema hep aynı tema.. Beşikten mezara.. Aynı anaları yaratıyor aynı babaları, farklı oyuncularla.  Ben, böyle bir ajitasyonlar, bir dramatizasyonlar, kendimden sıkıldığım bir dışavurumsal sanatlar peşinde.. Hangi köşede dua etsem kabul olur, hangi çocuğun başını okşasam bir günahım dökülürün hesabında..  Babaanne gibi, eden bulur mu, ahlar tutar mı sohbetlerinin içinde.. Potansiyel suçlarımdan cezalarımı avucuma almış, kaldırıma oturmuş, çitletiyorum.  Bazen ağzımdaki bantı çıkartıp kendi kendime ifadeler  veriyorum “Çalmayacaktım hakim bey, vallahi o tetiğe basmayacaktım” diyorum. Rüyalarımda dilsizim konuşamıyorum. Kalemler kırılıyor. Davalar, dosyalar uçuşuyor. Ağlayanlar, suçlayanlar, seyredenler. Rüyalarımda sağır kulaklara yalvarıyorum. Ya hep birileri kör, ya birileri sağır,  ya birileri dilsiz, bir taraf diğer tarafa ulaşamıyor hep. Kabir azaplarına yataklardan başlanıyor. Kederinle gömüldüğün soğuk yataklarından.

Allah’ın mübarek kulusun. İmreniyorum. Yaktığın gemilerden sandallarla döndün adana. Kayıplar, alındı geri. Kollar kesildi yerine yenileri bitti, ot gibi. Korktuklarını savdın. Günahlarını bir günde üzerinden attın. Suç ortaklarını tek bir günde sattın. Saflar ne kadar kolay değişti? Ve sen temize çıktın. Hep istediğin affedilmekti. Bir ağacı kurtarmak için bütün bir ormanı yaktın.  Sonra da başımıza çevreci kesildin. Dimyattaki pirinci de yedin eldeki bulgur da kaldı. İmreniyorum sana. Ben de senin Allah’ından istiyorum. Buradaki adalet farklı tecelli etti.

Suçladığın herkes oldun, suçladığın herkes. Suçladığın baban oldun, suçladığın sevgilin oldun, suçladığın annen oldun, suçladığın ben oldun..  Hep bir mantıksal gerekçen vardı. Hep bir neden sonuç ilişkisi, hep bir tutarlılık yanılsaması. Gerekçesi olan herşey senin için mübahtı. Kötü olmamak için herşey oldun. Birşey olmamak için herşey oldun. Nerede birinden korksan öbürüne sarıldın. Nerede birine sarılsan kendisinden korktun. Ve her korktuğunda diğerine sarıldın. Birini diğeriyle, diğerini ötekiyle ve herkesi birbiriyle yonttun. Taşları sürte sürte ateş çıkardın. Hep haklı, hep iyi, hep temiz nasıl kaldın?  Bayım, “temizlenişin”  tüyler ürpetti.

Durmak yok yola devam. Bilinç altın her yeri kapladı. Paralel de o, derin devlet, asker, polis, savcı da o. Bilinçaltın darbe yaptı. Kendi cadılarını, hainlerini, kötülerini yarattı. Eline bir masum bir de zalim lazımdı. Kurtarıcı olmaktı soyunduğun rol. Sana suçluluk olmaksızın kesebilecek bir el, utanmaksızın suçlayabilecek bir zihin lazımdı. “Dava adamı” oldun. Tanık olduk nasıl yüceleştirilir cinayetler, nasıl rasyonalize edilir suçlar, nasıl aklileştirilir saçmalıklar. Tanık olduk nasıl estetize edilir ilkel korkular.

Ben etik, ideolojik, bilmem ne söylemlerle acemi bildiriler dağıtırken etrafa. Ne komik gençmişim, tecrübesizmişim daha doğrusu kazık yememişim daha. Maval okumak kolaymış. İyilik, temizlik, güzellik demek, kötüleri cık cıklamak kolaymış o ara. Yahu sen beni suça ikna ettin. "Kötülerden çalıp iyilere vereceğiz" dedin. Hırsız olduk. Meşrulaştı. Tatlı da geldi sonra. Ben sahiplendim bu işi. Saflık bu ya. Kendim için hiçbir önlem almamışım  bu arada. Güven, biz bu işin hakkını vereceğiz dedin. Tam son bankayı boşaltırken kalktın bizi ihbar ettin. Neymiş bana hiç güvenmemişsin. Mapustan yazıyorum bunları sana. Bankada müdür olmuşsun. Tebrik etmek istedim.

Herkesten herşeyi bekleyebilirdim. Herkesten herşeyi. Beni sevenden de, deli dizgin aşık olandan da. Allah'la arası iyi olandan ya da etrafa kibarlıklar dağıtandan da. Küçük Prensi seven bir adamdan değil ama. Referansın küçük prens olmasaydı. İçime kabul etmezdim seni. 41 tane gün batımı saymaya yeltenmezdim seninle. Sahi hatırlar mısın, 41 gün batımı projemiz birinci numarada bitmişti. Bizimkisi, pazartesi akşamında diyeti bozan kadınlar sahiciliğinde bir sevgi.  Sen kaldığımız yerden devam ettin. Ben, insansız ve güneşsiz hava sahasında. 41 alacakaranlık çalışmasında. Ben, ıstakozun gözlerini çıkaran kadın. Cabbarım. Şefkat, lazım değil bana.

Zihnin ışık oyunları. Aynı kırmızı parlak taze elmaya baktık. Sen kadrajı değiştirdin, ışığı düzenledin, açıyı ayarladın, zoom yaptın, bilmem ne oldu..  Sonra bütün bu ayarlamaları kendinin yaptığını unutup elmaya baktın. Ve çürüdüğüne inandın.

Ve fakat. Sular çekildiğinde belirecek pislikler var. Bir dalga çıktığında.. Tortular suyun dibinden hucum edecek yukarı doğru. Ve  öfken geçtiğinde. Ve korkun dindiğinde. Can havlinden çıktığında. Zihnin paydos ettiğinde. Rol dağılımları yapılacak yeniden. Ki elma duruyor orada hala. İlüzyonlar dağıldığında. Herşey o zaman yeni başlayacak senin için. İyi bak, bu defa gerçekten çürümüş de olabilir elma. Ve işte belki de bu..  Bütün ilüzyonlarını sil baştan destekleyecek. Bu yüzden muhtemelen kurtulamayacaksın matrixinden. Sistemin ya  kendini her daim koruyacak ya da birgün kendi kendisini imha edecek.

Seni, çevreni saran ateş değil ancak ve ancak kendi kendini sokuşun öldürecek.

-- Sana kırmızı hap mı  mavi hap mı dedim. Ve sen, benden nefret ettin.

   Hey gidi..  Nerede kaldı, "Cesur Yeni Dünya" mottosu...

31 Mayıs 2015 Pazar

Taksiler, Müşteriler ve Verilmeyen Para Üstleri

Tek istediğin, başa çıkmaktı bu hayatla.


Bütün tabloları mm’ lik oranları hesaba kataraktan en  simetrik hizalara sokarak giderdin pürüzünü hayatının. Tıkanırcasına proje yutarak doldurdun boşluğunu sevgilinin. Kusarak yediklerini,  kustun anılarını. Tekrar tekrar yıka bacaklarını. Yıka, temizlen ve arın. Yıka, yıka, yıka bacaklarını. Düşünme artık günahlarını. Yıka, yıka, yıka…

Bütün taksicilerin vermediği 50 kuruşluk para üstlerinde aradın haklarını.  “Alacağım o elli kuruşu !!” diye diye adaleti sağladın. Aldın, geri haklarını. Kimse kullanamaz zaaflarını?! Bütün öfkeni, tüm hakkına girilişleri, suistimal edilişleri,  50 kuruşlara geri aldın. İyi alışveriş yaptın.

Şiir denen şeyle, en sofistike halinle en estetize küfürleri yağdırdın. Sürrealist oldun bir de üstelik, realizminin bokunu örttün. Kitap okudun, yazdın, çizdin, entelektüel oldun ? Felsefe, mitoloji, ideoloji..  Mantık, tutarlılık, rasyonalizasyon, entellektüalizasyon.. Dedin ki herşeyin var kardeşim bir gerekçesi… Neden-sonuç ilişkisi.. e kader bir de değil mi… Hiçbirşeycilik canım..  yok yok anlam önemli…  3 günlük dünya, amaan…   diye diye çözdün dünyayı.

Entellektüelite pazarından iş çıkmadı, kurtarmadı, olmadı, bazen.  Pazarlardan caymadın. Perşembe pazarından taze sebze alacaktın. Domatesleri çürük veren pazarcıdan sordun hesabını bütün çürük hikayelerinin.  Bütün çürükleri  bir hışımla geri verdin!. Seni kazıklayamaz  ki kimse canım! Verecek o sağlam domatesleri!  Sensin çürük! Ve o sağlam patatesleri!  “Ben seçeceğim seçme hakkım var benim!” Diye diye sağlamıştın düzeni.

Birgün bir otobüse binmiştin.  Akbilin bitmiş, yazık. Çaresizdin. Yalnızdın. Akbilsizdin.. Ne yapacağımı bilemiyordun. Ağlayacaktın. Akbilin, bitmiş. Kim bilebilir ki akbilsizliği senin kadar ? Akbil, istedin. En zor anında o otobüs halkından akbil istedin ! Hepsi sustu, sustu, sustu…  Akbiliniz yok mu dedin ? Hepsi sustu.  Delirdin. Yalan söylüyorsunuz ! Konuşun hiç mi birinizin akbili yok! Sessizlikten nefret ederdin. Ağladın, delirdin, açıklama bekledin otobüs halkından. Deli dediler muhtemelen. Olsun sen sessizliğini böyle onardın. Hesap sordun bütün bir otobüs halkından Bu büyük bir işti.. Geçmişinin bütün sessizleri o koltuklarda belirmişti.  Emeği geçen otobüs halkına içten içe teşekkür ettin sonra.

Sol şeritte gitmene izin vermeyen arabayı taciz ettin bir keresinde de. Sonuna kadar bastın kornanın, sonuna kadar.  Ulaşacaktın bir yere. Kavuşacağın bir yer, bir an vardı. Kavuşacaktın. Kavuşacağın bir şey vardı. Oysa o, son derece yavaştı.  Sonuna kadar bastın kornaya. Sağa geçtin. Sağladın. Suratına baka baka geçtin, göz göze gele gele geçtin.. Engelleyemez ulaşacağın bir yer var senin ! Ulaşamayışlarını da böyle onardın. Ah, sol şeritte yavaş giden.. Katalizör gibi çekti öfkeni. Hep ondandı hep, bütün kavuşamayışların.

Onlarca kitap aldın. Onlarca kitap. Bilmek, öğrenmek, anlamak istedin.. anlayacak birçok şey vardı. Seni anlayacak birçok kitap vardı. Hepsini sıraladın. Acıların, kontrol altındaydı. Onlarca kitap, seni kanatlarına alıp kurtaracaklardı.

Dalıcılık yaptın bir ara da. Dalacak derinler buldun ve derinlerde aydınlık noktalar. Derinlerde yüzebildiğini gösterdin kendine. Bak işte 10 metrede bile boğulmadın! Üzerine git vurgunların! Kayaların ardını, 5 metre, 10 metre sonrasını taradın.. Yılan yoktu, timsah yoktu, köpek balığı yoktu. Tehlike yoktu. Bir ohh çekip, rahatladın.

Binilecek atlar buldun. Dizginleri ele aldın. Ne varsa raydan çıkan ne varsa hayatında kamçıladın. Sağa sürdün. Sola sürdün. Kamçıladın. Hislerini kamçıladın, kamçıladın biraz da kendini.. Arpa verip gönlünü aldın sonra atın. Okşadın yelelerini. Arzularını, hatalarını, raydan çıkışlarını böyle onardın. Ama biraz fazla kamçıladın. Hadi git gönlünü al o atın.

Bir ara kırışıklıklara sardın. Tozlara. Bir de yeni aldığın arabana dadandın. Neden çift çizgiydi o kumaş pantolonlar? Neden tozdu bütün bardaklar? Çizik mi vardı yan kaportada? Tozları yakaladın. Ütüledin kumaşları, ütüledin bütün pantolonları..  Yakaladın arabana çizik atan çocukları. Asayiş berkemaldi. Çizik, toz, kırışıklık, hepsi kontrol altındaydı. Çizik, toz, kırışıklık ?

Hatırlıyor musun bir tv ekranında izlerken, tuttuğun takım şampiyonluğu kıl payı kaçırdığında nasıl çıldırdığını? Barajı geçemedi oy verdiğin parti, hatırlıyor musun o canlı yayın ekranını?  Çok çalışmıştın ama daha çok puan aldı çalıştırdığın arkadaşın, anımsadın mı puan tabelasını ve nasıl yıkıldığını ?  Kıl payı kaçan hayatlar, kayıplar, acılar, kurbanlar ve mağdurlar. Hepsini birden o ekranın içine o dakika sığdırdın.

Kuyrukta önüne geçene ne güzel haddini bildirdin, ne güzel anlattın garsona tam olarak ne istediğini. Ne güzel iade ettin acımış, bayat çayı. Aa tebrikler ne güzel facebook aktivisti de  oldun. Ne güzel kurtardın di mi dünyayı.

Düşündün mü hiç neden o filmdeki yalnız çocuğa fazla ağladın ? Elinde olsa yetim bütün çocukların elbiselerini onarırdın.  O kadına neden fazla acıdın? Neden çok öfkelendin o adama?  Evcil hayvanlar edindin, kedileri besledin. Saygıda kusur etmedin hiç dilencilere. Yaşlı dedeleri karşıdan karşıya geçirdin. Her kedide her çocukta her yaşlıda her fırsatta,  sen nereni onardın ?  Yetimlere diye diye o çorbaları her gece sen kime götürdün?  Nerelere gittin rüyalarında her gece, hangi gemilerle nerelerden döndün?

Ağrıyan miden, neyi hazmedemedi? 
Neye isyan etti dönen başın ? 
Yorgunluğun, hangi yüklerini savmak  istedi?  
Kime kırgındı bedenin ? 
Aç kala kala neyin cezasını çektin ? 
Hangi faturayı ödedin?

Ve sen gün içinde.. En sıradan detaylarda.  Atamadığın eşyaların, sakladığın defterler, karşılaşmak istemediğin yüzler, kızdığın şöförler, kavga ettiğin müşteri temsilcileri, yürüdüğün metrelerce tepelerde aslında hikayenin hangi kısmını sildin, çizdin, yazdın, anımsadın ?


Ne ile başa çıkmak istedin bu hayatta ?

30 Mayıs 2015 Cumartesi

Korkutmakİstemedi, Seviyor Oğlum Abla Seni

Çocuk Lügatımız
"Korkutmak istemedi. Seviyor abla seni"

Hep bir mucizenin üst katında tepinirdim.
Söverdiniz susmam için, tak tak tak, vururdunuz duvara
Nev-i şahsına münhasır davetlerimdi
Dumandan sonraki keşfimdi benim
Vurup vurup topuklarımı  duvara
Çıkmaz mısınız bir üst kata?
Demek isterdim.  
Ağzımla değil.  Ayaklarımla,
Vura vura, duvarlara..

Utandım canım işte.  “Nolur gelin” demeye,
Gürültü daha kolaydı, sukunetten
Söyletmeyin işte.
Diyemem hala diyemem,  gelin diye.
Gürültü çıkarayım anlayın
Dumandan daha tehlikesiz, anlayın.
Pençelerim daha utanmazdır patilerimden
Yumuşak karnım, göz yaşım, hepsi birer utançtır
Canım anlasaydınız ne vardı gürültülerimden
Gürültülerim, fısıltılaşacaktı anlasaydınız..
Anlasaydınız, müzikleşeceklerdi
Kaçırdınız

Saçıma kelebekler dikmiştim  evet,
Evet, öpüştüm o denizin dibindeki balıkla
O gece bir tay doğurmuştum içtiğim ilaçlarla
Yalan değildi karıncaların yalancısıyım diyorken size
O alet edevat kutusunu da tanrı sandım bir ara
Doğrudur pistim, pisleştim, pislikleştim orada
Çünkü burunlarını silmiyordu başroldeki kadınlar!
Morlarımı sakladıysam içime,
Kırmızıydı diye bütün barbieler

Perdelerden bozma çadırlarda yalnızlığı aradım
Neyim eksikti kariyerli ve kedili kadınlardan ?
-Bu kriteri büyünce öğrendim-
Perdelerin dışında, perdelerimin içinde
Bulmuşum, daha doğrusu bulunmuşum
Yakınmış bir doktorculuk kadari yakınmış
Aşk, o zamanlar bize
Zillerine basıp kaçtıysam kalplerinizin
Arayın bir bakının diye,
Kızın, kovalayın, yakalayın diye,
Saklanırdım her zaman

Kaybolmuş numaralarım,
Kızmış, istemez bakışlarım,
Küstüm, oynamıyorumlarım..
Biraz ters bir lügat ile
Sevgi arsızı dokunuşlarım..
Ne vardı ? Anlasaydınız işte.

Tam kanımız kaynadı, tam oyuna ısındık
Sobelendik, ebelendik, kör ebeydik
Akşam ezanlarında yaktık imanımızı
Akşam ezanlarında eve gitmelerden
Söylene söylene
İlk ayrılık, ilk beklemelerle
Yaktık imanı
Akşam ezanları, yaktın.

Mahalle çocuğuydum ben,
Sokak kızı derlerdi
Bisiklet ile çok soyuldu dizimin derileri
Bisiklet ile ezmeye çalışır gibi yaparken seni
Cilveleşirdim aslında
Korkuturken yakınlaşırdık zannımca
Ve hala komik bence :): )
Sanki en çok korkuturken yakınlaşırdık,
- e annemle öyle yapmıştık-
Ben korkutayım sen bir şey de
Ben korkutayım sen bir şey de
Muhabbet çoğalsındı  maksat..
Bir gün gerçekten çarptığımda
Vallahi, kasten değildi..
O gün soyulan dizimin derileri
İyileşmedi..

O sarışın kız, ufak, tefek, mavi gözlü
Hiç aklımdan gitmez,
Gelmez olaydı mahalleye,
Mavisini nasıl da siyahcasına üzerimize saçtı
Gözümün kahvesi ile aramızı açtı,
Aramı açtı deniz kızlarıyla,
Kirpiklerimi uzasın diye kestiğim de yalandı
Kahverengisini kısaltıp,
Mavisini uzatacaktım bakışlarımın.
Geri almak seni,
Bir makas darbesi,
Ve birkaç kirpiğimin defni
Kadar kolaydı,
Terkedilmemek o ara

Büyükler!
Değişmez büyüyünce oyunlar, değişmez!
Lügatlar  değişmez… hikayeler değişmez,
Yine tepinerek çağırmaya çalışırsın alt komşuyu
Polise şikayet ederler, sen icabet beklerken
Zindana kapatılır, acılarınla keder
Kaka şakalar yaparsın yakınlaşmak için
Kapının arkasından çıkarsın
Böö diye karanlıktan,
Korkutarak, oyun oynarsın
Saklanırsın divanın altına bulunmak için,
Dokunulmak için küsersin,
Anlaşılmak için sesini yükseltirsin,
Küs mü, barış mı ile çözmek istersin bazen
Baş parmağınla işareti birleştir,
Arasından bir parmağını geçiştir
Gel kilometreleri parmaklarımızla bitiştir
Büyüme, gel bu kadar kolay olsun
Öpüştür kaderlerimizi
Demek istersin..

Babamı çağırmak, abime söylemek, en olmadı mahallenin çocuklarına şikayet etmek mümkün mü seni?
Sokağa çıkarmasın ertesi gün annen,
Boş odada düşün, tek ayak üstü dur on dakika
Yeter ki göz yaşlarım için ufacık bir bedel öde,
Sonra  yuvarla parmaklarını gel
Küs mü barış mı ?
O kadar kolay onarılırdı yaralarım bir ara
Açılan, saçılan, her türlü deli yaram
O kadar kolay, açılır.. saçılır.. onarılırdı..

Çocukluğumuzun  en son gününü hatırlıyorum.
En son gündü o, ertesi sabah büyüdüm.

Uyudun mu dedin?
Uyuyorum,  dedim?
Çok belliydi bi kere şaka olduğu.
Aklını kullanmak istemedin.

Uyuyorum, diye gittin.



28 Mayıs 2015 Perşembe

Damdan Düşen Psi; Hiç Obsesif Oldunuz mu ?


Kariyerime erken yaşlarda başladım. 17 yaşımda Obsesif Kompulsif Bozukluk ile tanıştım.

Birgün bir otobüse bindiğimde bir adam ile göz göze geldim. Yüzü tamamen yanmıştı. Derisi buruş buruş, gözleri, ağzı, burnu, eski şekillerinden olmuş ve ateşin yakıcı etkisi ile silikleşmişti hatları. İnce bir çizgi halindeki gözleri ile karşı karşıya gelmişti gözlerim. Ateşin hain darbesine  rağmen saklayamadığı tek şey, içindeki derin ve dehşet kederdi. Kederi, silikleşememişti, kederi buruşamamıştı, örtülememişti ateş ile kederi. Adamın kederli yüzü ile göz göze geldim. Yanığı mı yoksa kederi miydi bende de aynı dehşeti uyandıran bilmiyorum. Fakat ben,  o anda o adam ile birlikte yanıverdim. O dehşet ile o anda hastalandım.

“Kınadığın şey başına gelir” lafını çok ciddiye almış olacağım ki, o anda hissettiğim dehşet duygusunun kınamak mı, üzülmek mi, korkmak mı, tiksinmek mi, hangi duygu olduğunu bir an ayıramadım. Ve yaşadığım duygu, saniyede kilometrelerce hız ile korku dolu bir şüpheye dönüşmüştü; acaba kınadım mı, yoksa kınamadım mı ? Birden kaderimin dönüm kavşağına geldiğimi zannettim. Sanki ya kınayıp yanacaklardan ya da kınamamış ve kurtulacaklardan olacaktım. Tüm dehşet duygularım bir anda şüphelerimin bedenine yerleşti. O dev soru işareti dalgaları ile savruldum, adamı kınamış mıydım, kınamamış mıydım?  Derken, bir türlü sahil-i selamete erişemedim.

Tüm bunlar, karşılaştığım adamla aynı otobüste giderken gerçekleşiyordu.  O ayakta duruyordu sakince bense, düşünce trenlerimle hız rekoru kırıyordum. Yaptığım şey, tam olarak ne hissettiğimi hatırlamaya çalışmaktı. Belleğimin en dip nöronlarını zorladığımı anımsıyorum. Adeta düşünce kabzına uğramış gibi ıkınıyordum. 5 dakika önce yaşadığımız sahnede ne hissettiğimi beynimde yeniden canlandırmaya  çalıştım.  Adamla göz göze geldiğimde hissettiğim tam olarak neydi? Kınamış mıydım, üzülmüş müydüm, neydi duygum? Bir an önce emin olmalı ve içimdeki şüpheden kurtulmalıydım.  Kınamış mıydım, kınamamış mıydım?

Önce kendimi ikna etmeye çalıştım. “Neden kınayayım, olur mu öyle şey, üzüldüm ben, korktum bir de sadece…”. Acımasız bir savcı karşısında kendimi aklamaya çalışıyor gibiydim. Sonra yeniden canlandırmaya  çabaladım, “ o anda işte tam da şöyle hissetmiştim diye” kanıtlar aradım.  Daha sonra hayal etmeye kalkıştım kınamayan biri nasıl hissederdi diye. Duyguların yerini değiştirmek için uğraştım, kendi duygum ile kınamayan bir kişinin hisleri arasında köprüler kurdum. Cebelleştim, çırpındım. Tek amacım netleştirmekti her şeyi, şüphemi haksız çıkarmaktı. Tek arzum, mutlak bir kesinliğe erişmekti. Kesinlik, hiç bu kadar cazip olmamıştı. Bütün gelecek ihtimallerini taramak istedim. Dip köşe bütün detayları düşünmek, riskleri elemek, olasılıkları çürütmek için delirdim. Belirsizlik, hiç bu kadar saldırgan olmamıştı. Direncim, kırıldı. Sanki ufacık bir şüphe virüsünden ölebilecek kadar zayıftı psikolojik bağışıklığım.

Zihnimin ara motorlarında çılgınca tüm linklere basıyor, bütün dosyaları açık bırakıyor, her yerden pop-up lar fışkırıyor ve ben hepsine tıklıyor, bütün resimlere zoom yapıyor ve ekran kilitlendiğinde kapatıp yeniden açarak  aynı işlemlere baştan girişiyor gibiydim. İçimde yanıt verdikçe azan bir şüphe canavarı çoktan egemenliğini ilan etmişti. Kazdıkça derinleşen bir kuyunun içinde kazı yapmaktan alıkoyamıyordum kendimi.  Kaçmak için küreği toprağa her vuruşumda yerin dibine doğru kazıyordum Kınamış mıydım- kınamamış mıydım darbeleri ile eşeliyordum toprağı.

İçimde bir ses, sürekli olarak “sen, o adamı kınadıysan geçmiş olsun” diyordu. Ki ben o zamana kadar hayatta kınadığım herşeyin başıma geldiğini düşüne gelmiştim. Mantıken bu görüşümün geçerli olmadığını biliyordum. Aslında kınamadığımın da mantıken farkındaydım, doğru cevapları bilsem de milyarda bir ihtimallerin peşinden koşuşturuyordum;  ”peki ya öyleyse?” bineğine binerek. Böylece içimdeki arı kovanlarına çomak sokan şüphelerim nedeniyle sokuluyordum.

Nitekim, bu hal, tam olarak 6-7 ay sürdü. Sabah kalkış alarmımın yerini, Peki ya ?.. ile başlayan o iblis soru alıyordu; kınadım mı? Bu soru beni dürtmeye her başladığında, yanıt vermekten alıkoyamıyordum kendimi. İlk başta yanıt arayarak kendimi rahatlatmaya çalışmak, bir nebze kaşıntımı dindirirken daha sonra başlı başına yeni bir yük haline dönüşmüştü. Kan ter içinde kalıyordum. Hem şüphelerim, hem yanıt arama çabalarım, hem de kaygımı azaltamayışlarım tüm günümü alıyordu. Tatmin olamayacağımı biliyor, mantıksız olduğunu biliyor ancak dırdır edip duran ve sürekli beni dürten o inatçı soru karşısında direnemiyordum. Peki ya?

O kadar hayatımın merkezi haline gelmişti ki, ilk üniversite sınavına girdiğimde hayatımın en önemli sorularını okuyor ve iki şık arasında kalıyordum. A) Kınadım  B) Kınamadım. Haliyle o sınavdan da kaldım. Olsun. Önemli olan kınamama sınavından geçebilmekti. O zaman olaya bu gözle bakıyordum. 

Velhasıl kelam, aylarımın geçmesi ile birlikte hastalığımla çokça vakit geçirmekten olsa gerek onun ilmini kapmaya başlamıştım.  Kendine göre bir zekası ve bazı tuzakları vardı. Bir şüpheyi ortaya atıyor ve her defasında beni, bu defakinin son olacağına  inandırıyordu. Dırdır etmeye bir başladı mı ona yanıt vermezsem obsesyonumun gitmeyeceğini sanıyordum.  “Bu sefer emin olacağız, bu sefer her şey net olacak, bu defa bütün olasılıklardan kurtulacağız” sanıyordum. Kaygımı azaltmazsam artarak infilak edeceğini zannederdim.  “Ya doğru ise” düşüncesi dünyadaki her şeyden daha  önemli ve daha ciddiye alınasıydı. Ve ben olasılıklar kurdu olarak bütün permütasyonları, kombinasyonları hesaplayan bir makine gibi mutlak netlik fantezileri ile her şeyi kesinleştirmeye çalışırdım. Kaçtıkça kendini öteleyen bu serabı yakalamaya çalışmanın kendisi sorunmuş, sonra anladım.

Farkettim ki, “Ya kınadıysan” sorusuna  her yanıt verişim, muhabbeti koyulaştırıyor ve beni takıntımla daha uzun süren bir diyaloğun içine çekiyordu. Zihnim “kınadın” diyor, ben, “kınamadım” diye yanıt veriyor, zihnim “ama… olduysa diyor”, ben, “ama…. yapmıştım” diye yanıtlıyor ve her yanıtımdan sonra türeyen bir başka yeni iddiası ile karşılaşıyordum. Tatmin etmek mümkün değildi. Yedikçe isteyen ve midesi genişleyen, acıktıkça acıkan bir obez gibiydi obsesyonlarım.

Bu oyunda, “şüpheleri rahatlamaya çalışmak”; hastalığı sürdürmek, “kazanmaya çalışmak”; savaşı kaybetmek, “netleştirmeye çabalamak”; bulanmak, “yakından bakmak”;  görememek, “emin olmaya çalışmak”; daha çok şüphe etmek demekti.  OKB oyununda belli şifreler vardı ve onu çözene kadar tuzaklarına düşüyordunuz.  Analiz etme, netleştirme, belirsizliği giderme, şüpheleri çürütme gibi silahları içeren bir cephane verilmişti bana. Bu cephaneyi kullanmak önceleri emniyette hissettirdi. Fakat fark ettim ki bu silahları her kullanışım, yaralarımı azdırıyor ve namlunun ucundan çıkan kurşunlar bumerang misali bana geri  dönüyordu. OKB’ nin  zekasını orada takdir ettiğimi hatırlıyorum. Nasıl bir algı operasyonu, nasıl bir pazarlama tuzağı;  “kompulsiyonlarını yap, rahatla”, sloganı ile hastalığımı kendi ellerimle şifa sandığım zehirler ile sürdürüyordum. Buna bir süre sonra tav olmadım.

Birgün bir cesaret karar verdim; silahsızlanmaya.  Cephaneyi bıraktım. Silahlarımı teslim ettim. Çelik yeleklerimi çıkarttım. Ve daha hafif olup daha çok korktum. Korunmasız kalmak gibiydi. Fakat yine de bir cesaret soyundum.

Şüphelerimi çürütmeye çalışmamak, ilk başta beni çok kaygılandırdı. Sanki çılgınca kaşınan ama kaşımadığım bir yaram vardı. Fakat artık kaşıdıkça yaranın derinleştiğini biliyordum. Obsesyonlarım bütün sahici ve ikna ediciliğini takınarak; “hadi amaa.. bu son… çürüt şu şüpheni.. emin, ol rahatla.. ya kınadıysan..” diyordu. Sanırım okb’nin zeki olmak ile birlikte hain ve muzur da bir tarafı vardı. Muhatap almadığınızda susan biri, kaşımadığınızda sönen yara, aç bıraktığınızda küçülen mide gibiydi. Şüphelerimi dindirmeye çalışmadığımda önce kaygım artıyor, sonraysa sıkıntımın sönmeye başladığını görüyordum. “Ya kınadıysan dürtüsünden” daha inatçı olmaya başladığımda ve direnmeyi sürdürebildiğimde obsesyonlarımın da hevesi ve inadı kırılmaya başlamıştı. Daha az dürtülüyor, daha az ısrara maruz kalıyor ve daha az şüphe ediyordum.

Kör noktalar aydınlanmış, sihir kalkmış, paradoks fark edilmiş, OKB’ nin ilizyonları ifşa edilmişti. Ve artık muhatap almaya almaya bezdirdiğim obsesyonlarım daha nadiren gelmeye sonra da hiç gelmemeye başlamıştı. Kaşınan yaramı tamir etmesi için bağışıklık sistemime fırsat vermiştim.  Bu süreçten 10 sene sonra OKB hastalarıma uygulamak üzere  Metakognitif Terapi ile tanıştığımda kendime uyguladığım yöntem ile çok benzer olduğunu gördüm. Ve hala zaman zaman obsesif kıvılcımlarım olsa da neyin benzin dökmek neyin sulamak anlamına geldiğini artık çok iyi biliyorum. Hala bir şeyleri muhtemelen istemeden kınıyorum. Kınadıklarımı yaptığım da oluyor, evet. Ben, kınadım diye mi başıma geliyorlar yoksa zaten mi gelecekler bilemiyorum. Daha önemlisi bilmem de gerekmiyor. 

Şimdi geriye dönüp baktığımda yüzünün yanmasından korkan bir kız çocuğu için yanma korkusunun ötelerinde soluk alıp veren başka endişeleri de görebiliyorum. Acaba neden bu kadar çaresiz  hissetmiş?  Nedendir, bu ceza beklentisi? Nedir ki suç sandıkları? Nereden tanıdık bulmuş ki adamın yüzündeki kederi?  İşte böyle katman katman soyulduğunda obsesyon derisinin altından çıkacaklar ile uğraşılıyor daha so

nraları..  Psikoterapide tedavi, paralel evrenler üzerinden yürüyor bir nevi. Obsesyonları ya da kompulsiyonları söndürmek, sonlandırmak, baş etmek mümkün oluyor, evet. Fakat diğer yandan her hastalık sembolik olarak bize bir şeyler anlatıyor.  Acaba kederli bir yanık yüz gördüğünde neye değiyor kızın hatıraları? Yanarak şeklini kaybetmiş bir yüz neyin temsiliydi?  Nereden tanımıştı görünce o derin kederi?  Ve neyi hatırlamıştı?  Neyin cezasıydı beklediği, hangi büyük suçtu unutmak istediği ? Obsesyonlar bitiyor fakat hikayeler orada bitmiyor tabi.. Hastalık belirtilerini yok etmek kadar önemli,  onların neler anlatmaya çalıştıkları…


Dinle, Neyden.. Diye başlıyor mesnevinin ilk beyitleri.. Ruhunun çileli sesinden dinle.. Bak ne anlatıyor..

Hoşgeldin Keder


Ey insan, yanacak mısın yoksa pişecek misin kederinle  ?
Kederlenebilme Becerisi Üzerine…

Kim kedere hoş geldin der ki ? Hangimiz için kabul edilebilir acı çekmek…  “Mutluluk, rutinimiz ve olağan duygu durumumuz olmalı” değil midir ki en büyük mitlerimizden biri ? Olağan insanlık hali neşe, hüzün ise olağanüstü hallermiş gibi yaşanır sanki bazılarımızca..

Kazalar, belalar, ayrılıklar, kayıplar, hayal kırıklıkları… Tüm olumsuz deneyimlerin içerisinde yaşadığımız ve tek kelime ile özetlediğimiz duygudur,  keder.. 

Keder, deyip de tek  bir kelime ile özetleyip geçiverdiğimiz  duygu,  kendi içinde ince nüanslar ile birbirinden ayrılan onca hali,  bakış açısını ve yaklaşımı barındırıyor halbuki.. Kederi yaşama biçimimiz, kaderimizi etkiliyor belki de..

Kaza olur, bela olur, kayıp olur.. Keder  gelir,  çeker, büyür, olgunlaşırız..  Ya da keder  gelir çöker, geriler,  yozlaşırız…Kaybımız olur, kazamız olur, imtihanımız olur,  kederlenir ancak her birinden daha tecrübeli ve olgun, kazançlarla çıkarız.. Kaybımız olur, kazamız olur, imtihanımız olur, kederlenir ancak her birinden daha bitkin ve yorgun, kayıplar ile çıkarız…

Peki nedir ki bu kederin, yönünü tayin eden ?  Ne eşlik edince kedere güçlü binalar inşa ediyor içimize ya da nedir, enkaza dönüştüren..  acıları elmas yerine kömüre evrilten?

Üzüntü verici durumlar gelip çattığında çoğu zaman içeri buyur etmek istemeyiz hüznü.. Üzüntüye, “her zaman mutlu olmalıyım gibi bir “mutlak talepkarlık”,  dayanamam” gibi bir dayatma ve “acı, istenmedik ve hemen kovulması gereken bir haldir” gibi bir zorbalık eşlik eder bazen..  Tam da bu noktada tutuşan keder kıvılcımı, yakar yakar yakar  ancak pişirmez..  Heba olan bir acıya dönüştürür deneyiminizi.. Vitaminini alamazsınız meyvesinin.. Çiğnemek istemezsiniz çünkü.. Ya kusar ya da hazmedemezsiniz..  Kapınıza gelen kedere onu reddetme ve kovma çabası eşlik eder, kolundan çekiştirirsiniz, hırs ve öfke ile arkadaşlık eder hüznünüz..

İşte bunlardan arınmış arı bir keder..  içinde ne hırsı ne de reddi  barındırmadığında, arı bir kederin içinde hayal kırıklığı ile birlikte kabulun, acı ile birlikte gönüllülüğün, sitem ile birlikte misafirperverliğin olduğuna şahit olursunuz..


Evet, denilebilir ki…  Arı keder pişirir, diğeri ise  yakar…

Ey insan yanacak mısın yoksa pişecek misin kederinle ?

Zihninizin Tutarlılığına Çomak Sokun; Kendi Hikayelerinizi Yaratın


Tüm hikayeler kendisini yaşatmak ister.. Sahibini öldürme pahasına…

Hiçbir hikaye kendisini yarım bırakmaz.  Sessizleşir.  Saklanır.  Pusuya yatar.  Fakat kendisini yarım bırakmaz.  Sadece doğru zamanı kollar ve başka kılıklarda kendisini yaşatmaya devam eder.

Aslında bir çoğumuzun tek bir hikayesi vardır. Kavuştuğun, ayrıldığın, yaralandığın, sevindiğin, sevildiğin, ötelendiğin tek bir hikaye. Hani hatırlıyor musun ilk kavuşmanı annenle?  Ya ilk ayrılık ? İlk kaybedişin onu.. İlk çaresizlik.. Hani ilk kez sevmiştin o çocuğu.  İlk terkediliş. Ya da ilk harab ediliş.. İlk hikayelerini hatırlıyor musun ?

İlmek  ilmek örülen bu ilk hikayeler  bir kez nakşedildi mi üzerine artık derinin kendisi olur sanki. Gel gör ki zihne kendisini unuttur.  Bu yüzden  tanınmaz, yakalanmaz, savaşılmaz ve dokunulmazlık zırhı olur. Başka  zamanlarda, başka mekanlarda başka isimlerle ve başka kılıklarda karşına çıkar bu ilk hikayeler..

İnsan zihni enteresan bir tutarlılık tutkunu..  İnsan zihni, mantığa tapıyor çünkü.  Mantık  dediğin nedir ki peki ? Aslında özetle bir iç tutarlılık meselesi.. Birbiriyle tutarlı bilgiler bütünü diyebiliriz.. Yeni giriş yapan bir bilginin öncekiler ile uyumlu ve diğerlerini yanlışlamıyor halde oluşu.

Zihin nasıl çalışıyor bir bakalım… Diyelim ki bulunduğunuz binada bir katil var. Ben, size eşgali tarif edeyim. Katil, 1.50 boylarında, sakallı ve gözlüklü esmer biri adam. Zihninizin yapacağı ilk şey dikkatinizi sakallı, gözlüklü esmer ve kısa adamlara yöneltmek olacaktır. Ve belirgin bir şekilde sakallı olmayan uzun adamları eleyecektir. Belki de en yakınınızdaki uzun adamı hiç kayda bile almayacaktır. Ve belki de en uzakta ve normal şartlarda hiç farketmeyeceğinz o kısa adamı göreceksinizdir. Böylece algıladığınız dünya o an için normalde algılanandan daha yoğun bir biçimde, sakallı, kısa ve esmer adamları içerecektir.

Peki  ya benim size başta verdiğim eşgal yanlış ise? Ya katil, aslında sakalsızsa.. Ya da sakalını kestiyse. İşte zihninizin baltayı taşa vurduğu yer.. Dikkat ve bellek gibi size yardımcı olmaları amacıyla hizmetinize sunulan tüm kaynakların sizi yanlış kişiye yönlendirdiği an. Böylece bir türlü katili yakalayamayışınızı enerjinizin olmadık bir kanala yönlenmesi takip edecek.

 Bu durumda iki yüksek ihtimal var seçeceğimiz. Bazılarımız, ya baştaki eşgal yanlışsa ? diyecek.. Ve yeni bilgiler edinip katilin tarifini güncelleyecek. Bazıları ise enerjisini daha fazla ve daha dikkatli bir şekilde sakallı adamlara ayırıp bu yönde yeni stratejiler geliştirecek.   Ve şu bir gerçekki ortalamanın çok üzeri oranda insan baştaki eşgali hiç sorgulamayacak bile. Bu da enerjinin ve tüm zamanın baştaki tarif ile uyumlu fakat sonuç vermeyen bir alana yönlendirilmesi anlamına gelecek.

Peki hikayelere geri dönelim.. Diyelim ki ilk hikayeniz “sevilmezlik”  ile ilgili?  Artık zihniniz,  yaşamınızı bu tarife uygun kalıplara dökecek ve bu tarife uygun düşecek bir biçimde dış dünyayı algılama eğiliminde olacak demektir, bu. Bu senaryonun doğrulanacağı adımları atacak örneğin.. Mesela sevmeyeceği baştan belli kişileri alacak belki de hayatınıza ya da sevilmediğiniz ile ilgili ipuçlarına daha duyarlı olacak, sevildiğiniz ile ilgili ipuçlarını ise baştan eleyecek. Boşlukları kendisi dolduracak ki bunu sevilmeme temasına uygun olacak şekilde yaparak.. Ya da sevildiğiniz ile ilgili kanıtları eleyecek çünkü baştaki  “sevilmezlik” bilgisine uymadığını düşünecek, tutarlı olmadığından yanlış sayacak.

İşte psikolojik sıkıntılar ya da değersizlik,  terkedilmişlik, sevilmezlik, kusurluluk hikayeleri, yaşamın çok erken dönemlerinde atılmış düğümler ile ilgili.. Dikkatiniz, belleğiniz, zihninizin tüm fonksiyonları size tutarlı yani  “mantıklı”, “makul” bir dünya sunmayı hedefliyor… Aynı şey inançlarımız ile de ilgili değil mi? Politik görüşümüz, dini inancımız, yaşam felsefemiz, çevremiz.. Birbirleri ile öyle tutarlılarki tam bu noktada sorgulanamaz ve şüphe edilemezlik zırhını kazanıyorlar.. İçimiz rahat, çünkü tutarlı.. İçimiz rahat çünkü mantıklı.. İçimiz rahat çünkü tüm bilgileri birbiri ile uyumlu.. Eğer farklı bir ses çıkar, kendi iç tutarlılığımızı bocazak bir bilgi girişi olacak olursa hemen çıban başı ilan eder ve yılanın başını ezeriz. Öteki ilan ederiz. Neden? Çünkü iç tutarlılığımızı tehdit eder. Neden ? Çünkü homeostasis yani iç dengemizi sarsar.. Oysaki hiç birimiz  böylesine huzur vadeden bir komfor alanından çıkmak istemeyiz. Birbiri ile bağlantılı yüzlerce linki yeni baştan kurmanız demek olabilir, yeni ve çelişkili bir bilgi girişi.

Sevilmezlik hikayesine geri dönecek olur isek. Kendi hikayenize daha başka isimler koyabilirsiniz. Örneğin terkedilmiş ya da çok erken yaşlarda kusurlu hissettirilmiş olabilirsiniz. Zihniniz bu erken tariflere gore bir dünya yaratmaya devam ettikçe çok muhtemelen hikayelerinizin adı değişmeyecek. Yanınızda size sevenler de olsa, bir dolu başarınız da olsa, zihniniz bunları küçümseme eğiliminde olacak. Çünkü başta size tarif edilen eşgal “sevilmediğiniz” ile ilgili .

Peki ya baştaki eşgal yanlışsa ?


Psikoterapi ortamı, tam olarak bu sorgulamaların ve bu tür güncellemelerin yeşereceği ortam. Bu, ilk etapta tutarlı ve görece huzurlu iç dünyanızın sınırlarını zorlamakta demek. Yeni ve çelişkili bilgilere kucak açmak ve zihni alışılagelenden daha farklı bir biçimde kullanmayı öğrenmek demek.  Ki bu yeniden yapılanma ve inşa, size iç tutarlılığınıza çomak sokmaya davet edecek.


Yeni hikayeler  yaratmak, kendi matrixinizden çıkmak için.. Neden olmasın..


Öteki Kadınlar, Saçları ve Farklılıkları

Ben kendimi bildim bileli farklılıkları, “öteki”liği ve ötekileri sevdim…  

-       bir  de saçlarımı..  -

Onları rüzgarda uçuşturmayı, saçlarımı seven ve sevebilecek olan adamları, onları salmayı,  toplamayı, ruhumla senkronize yaşatmayı;  dağıldığımda toplamayı, tıkandığımdaysa uçuşturmayı sevdim.. 

Yaşamım boyunca ben de herkes gibi iyi,  kötü, güzel, çirkin, kötü, yanlış bir dolu tarife maruz kaldım.
     *Dinsiz. Yobaz. Türk. Kürt. Ermeni. Açık. Kapalı. Gavur. Nonoş. İbne.  Vs. 

Bir dolu farklılıkla kucaklaştım, farklılıkla suçlandım, farklılıklardan ötürü taşlandım, farklılıklarımdan ötürü kucaklandım.

-       saçlarımı kestim, yoldum, çekiştirdim, sakladım  -

Bir çok zaman oldu,  uyuşmadı nehrimle, çevremin akıntıları.. kendi iç tarifimle uyuşmadı, dış tarifler.. Ki ben taa çocuk yaşlarımdan babamın masalları ile değil kendi içimdeki akıntılara sarılarak uyuyakaldım.

Farklılıklarımdan çektim, farklılıklarımla yadırgandım, farklılıklarımla dışlandım. Tabi tüm yaratmalar da bu kanallardan akacaktı sonra anladım.  Ayaklarımın basacağı yerler, konacağım kalpler, zihnimin uçuşması, yaratmalar, dönüşmeler, sevişmeler, sanki hep saçlarımdan akacaktı.

İtaate programlı değildim önceleri. Hayır demek, diren demek, yanlış demek ile uyarılan haz reseptörlerim vardı. Ancak kendim bulunca inanır, yıkıp kendim yapınca benim sayardım.
Ve birgün, tüm direnişlerinde insan en çok kendi dünyasında kendi duygularınca linç edilirmiş bunu anladım. 

İşte büyünce tam da bundan, başka zihinlerde yaşayıp, farklılıklarıma  utançlar bulaştırmadım. Her utancın öfkeye, her suçluluğun da suçlamaya gebe olduğunu kavradığımda utanmama haklarımı kullandım. 
Düşüncelerim ve duygularım,  saçlarım gibi kendilerini salmak, görülmek ve gizlenmemek istediler.

-       Saçlarımı saldım, saçlarımı salladım, saçlarımı renkten renge boyadım  

Başka türlü hissedip başka şeylere inandığım çok oldu. Ki hepsine yaşam hakkı tanıdım. Ruhlarına nefes üflemeye onları ifşa ederek başladım.  Onca utanç, onca suçlama, onca ve onca ayıplanmanın karşısında çoğu zaman saklanmadım.             

-       Boyamadım saçımın beyazlarını  -    

Zaman oldu kendimi benim yüzümden yara almış herkes için suçladım.

-       Saçlarımı topuz yaptım, örttüm, sıktım, topladım  -

“Birilerinin seninle kendini yaralaması belki sana karşı bir suçtur. İçinde bulunmak istemediğin bir savaşta seni kesici bir alet gibi kendi kollarını kesmek için kullananlar var ise, kesilendir, seni kurban eden. Her yaralı karşısında mahçup olup fail olduğunu sanma.”  Deyip, sonunda kendimi kendim ile uzlaştırdım. Ve bazı yaraların benimle açılsa da benim yüzümden olmadığını, bazı yaralarınsa şifa demek olduğunu anladım.

Büyümüş, kadınlığımı teslim almış, çocukluğunu savmamış bir biçimde azıcık deli ve azcık küçük kaldım.
-       Saçıma huniler taktım, papatyalı taçlar,  kukuletalar, tokalar aldım  -

İtiraf edeyim özgür seçimlerim bir çok zaman oldu mutluluk getirmedi bana. Fakat ben, böyle böyle bir ruhun yavaş yavaş örüldüğünü, fikirlerle bezendiğini, başka birşeye dönüştüğünü ve her zaman yaratmaya gebe olduğunu kavradım. 

Belki de baştaki formulüm yanlıştı. Seçim yapmak, özgürleşmek, ipleri koparmak, putları yıkmak.. herneyse o.. Özgürlük, mutluluk demek değildi. Olsa olsa, sancı çekmek, devrilmek, dağılmak fakat böylece yeni birşeyi yapılandırmak ve sadece bu sancı ile hem hal olmakta care bulmak demekti.

Anladım ki savaşlar, mutlu olmak için verilecek şeyler değillerdi.. Olsa olsa belki var olmak için, belki  de olmak için verilebilirler ama salt mutluluk için değiller…

Fakat kendimi doğurulmuş değil, kendisini doğuran biri gibi hissettim. Ki bu, mutluluğun çok ötesinde, çok huzurlu olmayan ama çok çekici bir duygu getirdi.

-       Saçlarımı ördüm, bozdum, yeniden ördüm.. –

Yani…

İçine doğduğunuz kapta azınlık olmak, azaltılmak anlamına gelir bu ülkede. Her yerin ötekisi olmakla linç edilirsiniz. Ne sahip ne de ait olma hakkı size tanınmayarak. Kendisi gibi olmayandan korkar çünkü insan. Bu yüzden çoğu insan doğar ama daha yaratılamadan ölür..  Kendiliğin,  tam da taşa tuttuğu  “şeytanların” anlattıklarına kulak vererek örülebileceğini öğrenemeden ölür..          

Öyle ya kendimizi diğeri üzerinden tanımlama eğiliminde değil miyiz ? Hangi saf, hangi kategori, hangi etiketler ile tanımlanabiliriz ? Bu ara boşluk bir süreliğine yalpalamak ve hiçbiryere tutunmadan havada asılı kalmak demek.

-        Saçlarımı kestim, kazıdım ve topraklara gömdüm..  -

İçimizdeki etiketlerden bozma bu daracık kabinleri yıkma işlemi, gepgeniş çatıları olan yuvaları inşa etmek demek. Bütün “öteki”leri aynı evin üyesi yapacak kadar geniş yuvaları. Ki insandır bunun en büyük çatısı.   
Aynı zaman diliminde aynı mekanda insan olmak..  aynı doğumdan kopup aynı ölüme yol almak.. aynı kayıplardan, aynı yastan, ayrılıktan, çocukluktan, yalnızlıktan ve aynı korkulardan muzdarip olmak.. Olur mu hiç bunca ortak dev dalganın içinde küçük dalgalara takılıp bütün bir okyanustan ayrılarak  küçük bir damla kalmak  ?

Yine de ben birgün bugün inanmadığıma inanabilir, yanlışladığımı doğru bulabilirim.  Birgün sil baştan yeni boşluklarda pişmeye durabilir, yeni binalar inşa etmek zorunda kalabilirim. Uğruna özgürlük savaşı verdiklerimi hata sayabilir, yanıldığımı görüp ah vah ederek yine de görmüş olduğuma şükredebilirim. İçerikte hiçbir zaman ısrarcı değilim. Ne olursa olsun. İçerikler değişse bile yöntemimin son nefesime kadar arkasında durabilirim.

 Başkalarının aklını, ruhunu, yaşamını satın almama cesareti, direnebilme ve seçim yapma cesareti, onu hangi dava uğruna kullanıyor olursanız olun her zaman değişmeyecek olan hazinenizin kendisidir. Savunulan şey, el yapımıdır. Her zaman hata payı ve her zaman kendi  matrixini yaratarak sizi bir ilüzyona inandırma olasılığı vardır. Fakat fonda özgürlüğünüz ve özgür seçiminiz öylece durabilir. Üzerindeki figürler ise,  duygu ve fikirler suretinde üzerinden akar, gelişir, evrim geçirir.. 

Ve ben galiba henüz hiç nefret suçuna ellerimi bulaştırmadım. Ne zaman sınırlarıma yabancı bir cisim yaklaşsa, ne zaman içimdeki çiğ yanım ve şeytanım, benden farklı olanı taşa tutmak istese.. Anlayamıyorsam da en azından “Öteki” nin anasını, babasını ve üzülecek olan kızını getiririm aklıma..  Seven bir kalbin titrekliği ve masumiyeti ehlileştirir beni..   

-       Saçlarımı uzattım, gürleştirdim, rüzgara saldım, dağıttım, taradım.